Hayat akışkandır, duraksama mümkün değildir yaşamın kendisinde. Her an yeni bir oluş yeni bir oluşum doğasıdır hayatın ve yaşamın diye düşünmekteydi adam; bir yandan az sütlü kahvesini yudumlarken.
O an, aklına büyük bir “usta”nın sözleri akıverdi: “Susadığın zaman sen gidersin ırmağa su içmeye. Irmak sana gelmez. Susuzluğunu gidermek için senin çaba göstermen gerekir.”
Aynı “usta” hayatın akışkanlığının gerekliliğini tanımlamak için aşağı yukarı şöyle söylemişti: “Göller hiçbir yere varamazlar. Onlar durağandırlar. Öylece dururlar. Ancak ırmaklar ulaşabilirler bir yerlere. Göllere, denizlere ve okyanuslara.”
…Evet… Irmak olmak gerekliydi nihayetinde. En azından ırmak olmayı beceremiyorsa bile insan ırmağın akışına kendisini bırakması gerekliydi. Su nereye götürürse o da oraya giderdi. Olduğu gibi durmaktan daha iyi olmalıydı belirli bir akışta yol almak.
Adam tam bunları düşünürken saat 02.00 sularıydı ve kıymetli bir dostu kendisine çok uzaklardan bir soru fırlattı: “Son bir soru… Peki nasıl öğreneceğim aşkı?”
Hafif bir gülümseme belirdi adamın yüzünde. Derin olmayan bir iç çekişten sonra parmakları klavyenin üzerine yerleşiverdi… Yıllardır tekrarladığı cümleleri bu defa bir başka keyifle döküverdi ekrana. “Aşkı öğrenmek söz konusu olamaz. Senin var oluş halindir zaten aşk. Aşk sensin, sen de aşk… Bu gerçekliğin farkında olamayışının nedeni unutmuş olman. Tek yapman gereken şey hatırlamak. Önce kendinden başlamalısın. Dışarıda arayacağın aşk sadece ticari bir ilişki olacaktır. Al-ver ol-olayım döngüsü yani. Kendi içine dön… Orada bulursun bu sorunun yanıtını ve hatırlarsın her şeyi” yazdı.
Adamın yüzündeki hafif gülümseme gittikçe belirginleşti. Çünkü kıymetli dostu ilk defa böyle bir soru sormuştu. Başlangıç için güzel bir saatti. “Sorgulamaya” başlamıştı bir şekilde ve artık ırmak değilse bile kendisini ırmağın akışına bırakmak üzereydi.
Tüm soruların ve cevapların, üzüntülerin ve sevinçlerin, ayrılıkların ve kavuşmaların, dünlerin ve bugünlerin ve yarınların kaybolduğu, mutlak dinginlik ve mutlak sessizliğin hüküm sürdüğü “an”da “salt sevgi” ile baş başa kalmasına sadece bir adım kalmıştı bu soruyu sormakla.
Adam kendi yolculuğunu hatırladı. Bu soruyu ilk sorduğu anı, ondan sonra yaşadıklarını hatırladı birden. Kendini suyun akışına ilk bıraktığı anın dinginliğini hatırladı.
Bu deneyimi herhangi bir kelimenin izah etmesi mümkün olamıyordu. Sonuçta kelimeler sessizlikte anlaşmayı ve anlatabilmeyi beceremeyenlerin iletişim yoluydu ve ifade ettikleri anlamlar bir yerde yetersizleşiyordu. Yine aynı “usta”nın tanımladığı gibi. Ekmek bir kelimeydi ama ekmeği söyleyerek herhangi bir aç insanın karnını doyurmak mümkün olamazdı. Kelimeler ekmekle ilgili her şeyi tanımlayabilirdi, orijinini, nasıl yapıldığını, rengini, ağırlığını velhasıl onunla ilgili her şeyi tanımlayabilirdi ama bu kelimelerin biri ya da hepsi hiçbir işine yaramazdı aç bir insanın karnını doyurması adına.
Irmak olmak veya kendini ırmağın akışına bırakmak da böyle bir şeydi. Bunun üzerine milyarlarca kez milyarlarca cümleler, paragraflar ve kitaplar yazılabilirdi ama o deneyimin nasıl bir şey olduğu konusunda okuyana herhangi bir yardımı olamazdı.
“Sessizlikte anlaşamayanların işidir konuşmak ve içindeki sessizliği bastıramayanların işidir yazmak” diye düşündü adam.
Herkesin, hayatlarının bir döneminde, bir kez olsun bir soruyla ırmak olmaya bir adım yaklaşabilmiş olmasını diledi adam, bir yandan da yapılacak günlük işleri sıraya koymaktaydı kafasında.