“Babalar ve oğullar çok zor konu” diye düşünüyordu adam. Çok karmaşık bir olguydu. Bu ilişkiye babanın açısından bakıldığında, oğul her zaman geleceği temsil etmekteydi ve bu yüzden oğullarıyla ilgili her şeyi çok ciddiye alırdı babalar. Onlar, oğullarına neredeyse sıfır toleranslı davranırlardı. Amaçları oğullarının en az kendileri kadar başarılı olmasını garanti etmekti.
“Babalar öldükten sonra oğulları kendilerinin evrendeki gen temsilcisi olduklarına inandıkları için onları mümkün olduğunca mükemmel olmaya hazırlar. Bu düşünce tarzı babaları neredeyse sıfır hoşgörü düzeyine getirir. Onlar oğullarından tam bir denge ve başarı beklerler. Çoğu zaman evlatlarının da insan olduklarını unutup oğullarından sınırsız bir performans talep ederler” diye mırıldandı adam.
Adam, bir süredir geçmişiyle hesaplaşıyordu ve hesaplaşmanın bugünkü konusu da buydu…
“Diğer yandan” diye düşündü adam, “Evlatlar da rahat değildir. Sınırsız performans harcamanın ve sonsuz beklentilerle uğraşmanın yanında bir de oğullar, en az babaları kadar kuvvetli olduklarını göstermek için babalarıyla cebelleşirler. Oğullar çoğu şeyi sadece babalarını mutlu etmek ve onları gururlandırmak için yapmaktadırlar. Hepsi budur… Bu basit bir oyundur… Kolay olmayan fakat basit bir oyun… Sonuç itibariyle bu durum babayla oğul arasında çatışma yaratır. Bir süre sonra ilişkilerindeki her nokta patlamaya hazır bir hale gelir.”
Adam, uzun zaman önce kaybettiği babasını hatırladı. Babası bilgeliğin ve gücün temsilcisiydi onun için. O, dünyadaki en kuvvetli adamdı. Belki de bu yüzden babasıyla çatışmaya girmekten sakınmıyordu… Babasıyla çatışmaya girerek belki de tüm kainata kafa tutabilecek kadar kuvvetli ve durdurulamaz olduğunu ispat etmeye çalışıyordu…
Bir zamanlar adam ve babası incir çekirdeğini doldurmayacak bir sebep yüzünden tartışmışlardı. İkisi de birbiriyle konuşmayı kesmişti… Ne bir telefon ne bir haber… Birbirlerini tamamen yok sayıyorlardı. Bir gün adam geri adım atıp babasıyla konuşmayı denedi fakat genlerini taşıdığı babası tam da kendisi gibi olduğu için o duvarı yıkamamıştı. Adam, babasının ölümsüz olduğunu düşünüyordu ve baba da her zaman yeterli zaman olduğunu düşündüğü için oğlunun bir süre daha “burnunun sürtünmesini” istiyordu.
Bir gece telefon çaldı ve babasının hastanede ölüm-kalım savaşı verdiğini haber verdiler adama. Apar topar gitti hastaneye, babasını görmeye… Babası kritik bir durumdaydı. Doktorlar adamla babanın görüşmesine izin vermedi. Adam, kapının önünde tam beş gün bekledi ve baba da beş gün boyunca oğlunun kapıda beklediğini biliyordu. Ama görüşme imkanları yoktu… Sonunda beklendiği gibi birbirlerine “elveda” diyemeden baba hayatını kaybetti.
“Ah Tanrım!” dedi adam kısık ve titreyen bir sesle… “O son anda babam giderken ona güle güle diyebilme şansımın olmasını çok isterdim. Üzgünüm babacığım… Yeteri kadar olgun davranamayıp sen gitmeden önce ilişkimizi tamir edemediğim için çok üzgünüm… Bu dünyadan göçmeden önce sana sarılıp son bir güle güle öpücüğü veremediğim için çok ama çok üzgünüm… Keşke, ben dünyada ilk dakikalarımı yaşarken yanımda olduğun gibi ben de senin son dakikalarında yanında olabilseydim.. Gerçekten üzgünüm baba… Beni affet…”
Adam gözlerini kapadı ve evrenden derin bir nefes çekti… Tam da o anda babasının sesi kulaklarının içinde beliriverdi: “Ben de üzgünüm oğlum. Senin yeteri kadar olgun olmadığın gibi ben de gerekli olgunluğu gösteremedim. Keşke yanımda olsaydın, elimi tutup alnımdaki teri silseydin.. Keşke son anlarımda yanımda olup beni kucaklasan ve bana son bir güle güle öpücüğü verebilseydin… Seni affediyorum oğlum, umarım sen de beni affedersin…”
Adam sessizce ağlarken tüm bunları yazmaya karar verdi. Belki yeryüzünün bir yerlerinde babalar ve evlatlar bu yazıyı okuyup, hiç birinin sonsuzluğa kadar yaşayamayacağının idrakine varırlar diye düşündü…