“Kaç maskem var?” diye düşünmekteydi adam. Bir yandan çevresinde olup bitenlere, gidip gelenlere, gülüp kızanlara bakarak “Peki bunların kaç maskesi var?” deyiverdi.
Herkesin yedeğinde her hal ve şarta ve kimliğe uygun maskesi vardı. Bu kadar maskeyi edinmek nedendi?
Evin içinde olan maske vardı ev ahalisine karşı kullanılan, komşular için kullanılacak maske vardı, sevgili için kullanılacak, patron için kullanılacak, işçi için kullanılacak, toplumsal statüsü epey semirmiş olanlara karşı kullanılacak, toplumsal statüsü yerle bir olanlara karşı kullanılacak epey bir maske koleksiyonu vardı insanların ve zırt diye takıp pırt diye çıkarıveriyorlardı maskelerini bir yenisiyle değiştirirken.
Adam bir yandan bunları düşünmekteyken diğer yandan ağzında henüz bitirdiği kahvenin telve kırıntılarını geveleyerek klavyenin tuşlarını tıkırdatıyordu.
“Bu kadar çok maskeyi geliştirmek için harcanan zaman ve eforu insan kendi karakterini geliştirmek için harcasa ne olurdu?” diye sordu kendi kendine. Yanıt basitti: “Çok güzel olurdu. Herkes kendisi olurdu ve kimse kimseye rol yapmazdı, maske alışverişleri al takke ver külah, sen beni sev ben de seni seveyim, ben sana değerliymişsin gibi davranayım ki sen de bana değerliymişim gibi davran” mantığıyla tamamen plastik ilişkiler olmazdı.
Her şey ticari bir ilişkiydi aslında. Anne ile oğul arasındaki ilişki dahil her türlü insani ilişki bir çeşit ticari ilişki zeminine oturtulmuştu. Al gülüm ver gülüm modeliydi her şey. Beklentiler karşılıklı karşılandığı sürece her şey yolundaydı, ama bir taraf beklentileri yerine getirmekten aciz duruma geldiği an “Artık seni sevmiyorum” modu başlamaktaydı ki bu aslında “sevgi” denen kavramın ne kadar ucuz ve alınabilip satılabilen bir metaya dönüştüğünün en büyük kanıtıydı.
Evet, her türlü ilişki bir çeşit ticari ilişkiye dönüşmüştü ve her zaman para geçmiyordu bu ticarette. Maskelerin değiş tokuşuyla oluşturulan plastik ilişkilerin temeli beklenti karşılamaya yönelikti.
Adam, ciddi ciddi bunları düşünmekteydi.
…ve farkındaydı ki yıllardır –mekteydi ve –maktaydı kendi kendine.
Bu düşündükleri ve yazdıklarından ciddi ciddi rahatsız olanlar da vardı, memnun olanlar da. Olsundu, hiç umurunda değildi. O arenada matadoru değil boğa’yı desteklemeyi seçmişti. Tabii ki durgun suya taş atıldığında su bulanacak, dalgalanacaktı. İstediği tam olarak da buydu. Düşünmeliydi bu yazıyı okuyanlar ve sorgulamalıydı her biri kendi “plastik ve elastik” ilişkilerini. Belki bu şekilde bir gün insanlar maskelerini bir yana koyup, hiç bir rahatsızlık hissetmeden salt kendi karakterleri ve kimlikleriyle var olmayı deneyebilirlerdi.
Kim bilir!